İnsanlık, dine bağlılığın fanatizm boyutlarına vardığında yaşatmaya değil yok etmeye ayarlı bir makine gibi çalıştığına dair ciddi tecrübe biriktirdi. İslam dünyası, bu tecrübelere –belki de– en büyük katkısını son dönemlerde yaptı ve hâlâ da yapıyor.
Kur’an bu fanatizmi önlemek için, dine teslimiyetin bilinçli ve iradeli bir seçimle gerçekleşmesini ister. İnsanın kendini neye/kime ve neden teslim ettiğini bilmesini arzulayan, baskı ve zorlamayı dışlayan bir seçimdir bu. Bu irade, yok etmeye değil, var kılmaya ayarlıdır; kendi olma arzusundaki insana, ümitsizliği aşma yolunda bir destektir.
“Dini Anlama Kılavuzu”nda insanlık onurunu korumada kararlı olan insanların ümitvar bir şekilde bu ülkünün peşinden nasıl gidebileceğini irdelemeye çalışıyorum.
Acı ve ızdırabın dinsel olarak nasıl bir değeri ve karşılığı vardır? Her an insanla ilgili olduğuna, iyi olduğuna, her şeye gücü yettiğine ve her şeyi bildiğine inandığımız bir Tanrı’nın varlığı ile bu acı ve ızdırapların varlığı nasıl uzlaştırılabilir? Bu soru yüzyıllardır soruluyor ve cevap aranıyor. Kanımca bu soruya cevap bulmanın yolu, meseleye bakıştaki perspektifimizi değiştirmekten geçiyor. Meseleyi tartışanların ya cebirci bir kaderciliğe ya da ateizme savrulmalarının sebebi, Tanrı’nın insandan yapmasını beklediklerini, insanın Tanrı’dan bekliyor oluşudur. “Bugün Allah için ne yaptın?” sorusu “Allah, bugün benim için ne yaptı?” formuna dönüşmüş durumda. “Enkaz altında kalan bir insanı Allah biliyor ve görüyor da neden kurtarmıyor?” sorusunu soran insanın, bu soruyu sorduğu anda o insanı kurtarmaya vesile yapıldığını fark ettiğinde mesele çözülecek aslında.
Dinin, indiği dönemde “kalkın, uyanın” diyerek ayağa kaldırdığı bir toplumun zamanla dini nasıl bir afyona çevirdiğini göstermeye çalışıyorum. Dinin süreç içinde hangi kurucu karakterini kaybederek bu hâle dönüştüğü, kitapta irdelediğim ana sorunlardan biri.
Tıkanma, daralma, sınıra gelme, yeni bir açılımın potansiyelini içinde barındırır… Yaşadığımız çağ, düşünsel olarak bu tıkanma ve daralmanın en yoğun tecrübe edildiği bir zaman… Gerçekliğin yanlış bir yorumlamasını yapan çağımız Müslümanlarının, yaşadıkları küresel sığlık ve yapaylaşma, maliyeti ve firesi yüksek bir tecrübeye dönüşmüş durumda. Can ve mal kayıplarının ötesinde daha ciddi bir sorun, gelecek ümidinin kaybıdır. Dinin sahih formuyla ve kurucu kavramlarıyla yeniden öne çıkarılmasının bu sığlığı ve yapaylığı aşmada bize yardımcı olacağına ve geleceğe umutla bakmamızı sağlayacağına güvenim tam. Burada da ‘yenilik paradoksu’ denilen durumla karşı karşıya kalıyoruz. Eskiyi eleştirdiğimiz bir yerde yeniye ihtiyaç duyuyoruz ancak yapacağımız –adı üzerinde– ‘yeni’ olduğu için ‘bir bilinmezi’ de içinde barındıracaktır. Tarihsel olarak sınanan ve insanlığa hayat veren ilkelerin bu yeninin inşasında her zaman iş göreceği kanaatindeyim. Akla, insafa, vicdana yaslanan, adaleti, dürüstlüğü, başkasına zarar vermemeyi, herkese kendisine ait olanı vermeyi ilke edinen ‘her yeni’ toplumsal vicdanda karşılığını bulacaktır.
